Lamba Altında

  Büyüdükçe içinde daha da büyüyen kimsesizlik duygusuna sahip insanlar artık bir yurt bulma arayışındaydı. İçlerini kemiren bu duygu onların diğer duygularına da hakimiyet kuruyor, her şeye karşı aidiyetliklerini yitirmelerine sebep oluyordu. Bu yurt ihtiyacının sebebi de bu aidiyetsizlikti. Sanki bulundukları onca yer; aylar, yıllar tükettikleri; bir yandan onca yaşanmışlık bıraktıkları şehirler, onlar için uzun bir yolculukta cam kenarından izlenmesi gereken yollar gibiydi. Gerek maddi gerek manevi ipler sanki ayaklarını bağlamış, terk edilmesi gereken yerleri hayatlarında hep zorunlu kılmış, çaresizliklerinin yardımını hep sessiz düşlerinde aramaya çalışan bu insanları umutsuz hayatların birer parçası yapmıştı. Bu insanların ne evleri vardı ne de balkonları, ne dünyayla bir bağları vardı ne de yontulacak soyları. Bir sevenleri yoktu birilerini sevmemek için bir nedenleri vardı, köşe başında sokak lambasının altında birilerinin onları ait oldukları yurtlara götüreceklerine inanıyorlardı. Bu sebeple orada burada göçebe hayatı yaşıyorlar, o hayal ettikleri yolculuk esnasında ağırlık yapmasın diye seveceği ya da sevileceği her türlü şeyden uzak duruyorlardı. Bu insanların yaşadıkları hayat yabani bir hayattı ama detaylıca açıklandığında çoğu insanın saygısını kazanacak türdendi.

     Kazılmış her toprak gibi kutsal ve saygıyı hakkeden insanlardı bu insanlar çünkü kendilerini anlamsız ideolojilere adayıp bir hayat yok etmedikleri gibi mistik düşüncelerde mutlu hayallerini yoğurup var olan hayatlarını es geçmeyi doğru bulmuyorlardı. Bir tek hayatları olduğuna inanıyorlardı ve bu hayatın doğru yerde ve doğru şekilde yaşanması gerektiği kanaatindeydiler. Tek bir istekleri vardı o da  var olan tek hayatlarını kimsesiz hissetmeyecekleri tek yerde yaşamaktı.

       

   İnsanların bu hayata tutuklu kalmak için dünyaya attığı çoğu ipten biriydi bu da işte. Gökte çok önceden eserini yazmış olan tanrı bu insanlara yardımcı oldu olmasına ama bu insanlar ne kadarını gördü bu yardımın o tartışılır. Gözlerinde hep bir umut ve keder taşıyan bu insanlar çok bekledi. Hikâyenin zamanı aktı ama mekânı değişmedi, karakterler yazıldı, çizildi gerekilen yerlerde aniden yok oldu bu karakterler ama bu gözler hiçbirini görmedi. Bu insanlar gün ışığında bile o köşe başında sokak lambasının altında beklemelerini sürdürdüler. Kar yağdı titrediler, yaz oldu terlediler; baharda çiçekler yaşamadıkları hayata hasret, güzde renkler o yolculuğa bir işaretti. Her şey aynı yerde oluyordu, her karakter kuliste yeteri kadar bekleyip hep aynı yerde antre yapıyordu, işte tüm bu hareketliliğe rağmen bu insanlar başrole yakışmayan bir şekilde köşe başında, sokak lambasının altında şüphesiz bekliyorlardı. Bu yaşamın akışında bu insanlar vardı, yiyorlardı, içiyorlardı ara ara sevişiyorlardı ama neden hep bu sokak lambasının altında bekliyorlardı, bilinmiyor.

 

     Gerektiği gibi her insan gibi sinirleniyorlar, mutlu oldukları anlar oluyor, keder sadık bir köpek gibi her daim peşinde bu insanların, umutlarını ise aynı sokak lambasının altında buluyorlar. Hayatın değişen hızına ayak uyduruyorlar bazen takılıp düştükleri bile oluyor, fakat bu durumu hiç umursamıyorlar çünkü biliyorlar ki bu yaşadıkları yer onların var olmaması gereken bir yer. Her an, her dakika, her saniye bu köşe başının sokak lambasında beklerken onca şeyi nasıl yapabiliyorlar? Hayatın akışına göre bazen hızlanıp bazen yavaşlarken nasıl aynı yerde durabiliyorlar? Bir dakika ayrılmazken o ışığın altından nasıl mutlu oluyor, nasıl üzülebiliyor hadi diyelim umut oradaki bekleyişin hissettirdikleri nasıl sevişebiliyorlar?

  Gökte çok önceden eserini yazmış olan tanrı kalemini ortadan ikiye ayırdı da iki eliyle mi yazmaya başladı? Her insan gibi hareketli ama hep durgun bir lamba altında; duyguları var olan tüm canlılar gibi ama hep bir umut lamba altında; herkes gibi yaşıyor, yiyor, içiyor, konuşuyor ama kimsesiz, sevmemiş ve sevilmemiş bir lamba altında. Bu sorular akılda kalanlar, onlar hiçbir şeyin farkında değiller, onlar lamba altındalar; onlar yiyor, içiyorlar ama lamba altındalar. Bu cümlelerin hepsi bir şaşkınlık sonucu, bir umuda hayranlıktan kaynaklı, onların ikiye bölünmüşlüklerine alışmalarına ve bunu fark etmemelerine korkmadan kaynaklıdır.

Bu böyle ne kadar mı devam edecek? Hep bir umut lamba altında mı beklenecek? Bu ikiye bölünmüşlük ne zamana kadar sır olarak saklanacak? Kimsesizlik ne zaman yadırganacak? Aynı olgunun bin bir çeşit sorusuyla sesleniyorum nedir bu gidişin sonu?

   Çook eskiden kan çiçekleri olan tarlalar vardı. Her yer kıpkızıldı, çocuklar yoktu ama çocuk sesleri dolaşırdı. O zamanlar eksik hayatlar yoktu, eksik sevdalara rastlanmamıştı, yılgınlık bilinmiyordu, suskunluktan yorgunluk dışında bir anlam çıkarılmazdı. Eksik olan tek şey bilinmeyen şarkılardı. Şimdiyse bu tarlalar nisan ayının ölü çocuk tarlaları, her yıl bir çığlık kopar, mahsul dirilir, hasat yapılır. Kısır renkler almıştır göğün hakimiyetini, fotoğraflar hep siyah beyazdır. Hayatlar hep lamba altındadır, insanlar sevdayı betimlerken akıllarda hep bir yük vagonu canlanır. Şimdi her şey kırık, her şey eksik; şimdi her şeye özlemle bakılmakta, gözler hep uzağı aramakta. Yazılar hep yarım kalmış, yazarlar hep aynı noktada durmakta. Yani demem o ki her köşe başına bir sokak lambası yapılıyor şimdi, şairler öksüzlerin omuzlarındaki suskunluğu görüyor, anlamlar hep yavrularda toplanıyor. Her şeye çürük yaşanmışlıklar katılmış; bu yüzden şarkılardan armoniler kaçmış, gülüşlerde sahtelik kalmış. Biz insanların her bir şeyi yarım; tamamlamak için bir adım atanın ise umudu yarım. “Ve bir umut, ve bir umut” diye söze başlayan lamba altındaki o canım arkadaşlarım yılgınlığa karşı yılmadan savaşmakta.

Yorumlar

Popüler Yayınlar