Bir yerde okumuştum, sonu olan hikayeleri anlatmak için çocukluktan başlamak gerektiğini…
Uzaklardan gelen bu hüzünlü
armoniler piyanonun tuşlarından mı geliyor, yoksa sadece parmaklarından güzel
olduğu anlaşılan bir kadının kemanından mı? Aklım karışıyor. Her şeyi kolayca
unutuyorum. Sevgilimin sesini, arkadaşlarımın bana yaptığı iyilikleri… Sanki hiç
var olmamış gibi hatırlayamıyorum. Ufacık bir kötülükte zihnimde hatırlanacak
tek bir parça anı kalmıyor, saklı geçmişimin kahramanlarının boynu tek tek
vuruluyor. Bir bebeğin unutkanlığı gibi değil, bir sefil gibi unutuyorum. Bebekken
sıcağına kandığım sobaya dokunur acılar içinde kıvranır ve sonra acım dinince
hiçbir şey yaşanmamış gibi o sobanın sıcaklığında uyuya kalırdım. Şimdi ise
sadece büyümüş bir bedenim var ve sobanın yakıcılığını biliyorum hepsi bu.
Aklım unuttuğum insanların bana söyledikleri cümlelerle dolu, hiçbirine
dokunulmamış. Geniş meydanlarda bir zamanlar tanıdığım insanlarla yan yana ayak
izlerimiz var ve eski şiirlerim şimdi adlarını hatırlayamadığım kadınlar için
yazılmış. Benimle ana rahminden gelen keder,
tanımlayabildiğim tek ilaçla geçer. Unutmakla. Bu zamana kadar istediğim
kısımları bölüm bölüm yuttum ve zihnimi bir tül gibi düşününce annemin dantel
desenlerine benzeyen yarıklarını oluşturdum. Bunları yapmasaydım, bir ömür
nasıl yaşardım bu dikenli anılarla? Birilerini affetmek ne kadar güç olurdu? Ya
da kendimi affedebilir miydim? Hikâyeye
başlamadan önce size dürüst olmalıyım, bu yaşadıklarımdan hep gurur duydum ve
diğer insanlardan hep büyük hissettim. Acılar içinde kıvranırken bile herkesten
önemliydim. Bu yaşadıklarımın hepsi benim gibi önemli bir insanın var olması
için yaşanması gerek şeylerdi ve bu yaşananların bir benzerleri bütün büyük
adamların başına gelmişti.
Küçüklüğüm denize sonsuz kıyısı olan bir
sahil kasabasında geçti. Deniz; çöp taşıyan, kötü kokan ve ziyaretin ön
kısmında yüzüyorsanız akıntıya kapılıp boğulabileceğiniz bir su parçasıydı
benim için. Hiçbir zaman sevemedim.
Benim için geçmişi hatırlamak zor ama zihnimi zorladığımda aklıma hep böğürtlen
ağaçlarımız, kurbağalı arka bahçemiz, kardeşime alınıp da bana alınmayan
ayakkabı, eşek arabasında lale toplamaya gittiğimiz günler geliyor. Babam ben doğduğumda
dağ başında bir bahçe almış ve ben üniversiteye gidene kadar boş zamanlarının çoğunu
o bahçeye harcamış. Bu nedenle çocukluğum hep ağaçların arasında geçti. İlerde
yazdığım şiirlerde hep bir ağaç metaforunu kullanmamın sebebi buradan geliyordur
sanırsam. Üniversite zamanları gece boyu şiir yazmaya uğraşır, portakal
çiçeklerinin tomurcuklanmasıyla benim mutluluğumun nasıl bir bağıntısı olduğunu
düşünür, bununla ilgili hiç kurulmamış cümleler kurmaya çalışırdım. Ve ilk
heyecanla, satırların ne kadar muazzam olduğunu düşünerek yatağımda uyuyan
kadını kaldırır, bu satırları okurdum. O gecelerin birinde meyve
ağaçlarını yazılarımda ne kadar çok kullandığımdan bahsedildi.
“Bir anahtar kilidine sokulur,
sanki çevrilirdi. Ben, misafirler beni bulacakmış gibi saklandığım yerde irkilirdim.
Gün ayardı, uyumak zorunda kalırdım. Beni uyandırmak için çığlıklar kopar,
perdeler yırtılırdı. Gün sanki üstüme üstüme aymış, fakat ben bunu anlayamamışım
gibi bilinmeyen yerlerden çığırtkan sesler gelirdi.
Bir
bardak mı kırıldı mutfakta?
Gözlerimi
açtım birden ve yeniden doğmuş gibi irkildim, hiç kırpmadan gözlerimi sinirden
titreyen o dudaklara baktım.”
Aklım
karışıyor ve zihnime hâkim olamıyorum, bunların hepsinin vakti gelecek. Bir
çocuk doğdu ve hemen ölmedi ki. Yaşadı, yaşadı yaşadı… Bu yazılanlar hiç
bozulmayan bir saat gibi tıkır tıkır işlemeli.
Elma, kiraz, tüylü tüysüz şeftaliler,
dere boyunca serpilen murt ağaçları ve bataklığın üstünde yeşermiş böğürtlen
salkımlarının kadim dostlar gibi uzun yıllar o bahçede büyüdüklerini
hatırlıyorum. Bazı zamanlar sadece böğürtlen toplamak için annemin elinden
tutar o dağ başındaki bahçeye giderdim. Portakal ağacına tırmanıp yukarıdan
annemi izlerdim. Bir bekçi gibi annemi gözlerdim ve annem küçücük bedene sahip
olsam bile benim varlığımdan sonsuz bir güven duyardı. Nadiren de olsa bahçeye
gitme hevesini yakalayamadığım zamanlar oluyordu. O yokuşlu yollar gözümde büyüyordu
ve gitmek istemiyordum. Bu anlarda, annemim tek başına gitmemesi için ya
havanın kötülüğünü ya da ev işlerinin çokluğunu bahane edip gitmememiz için
ikna etmeye çalışıyordum fakat bunların hepsi nafile kalıyordu. Toplanması
gereken böğürtlenler vardı ve toplamazsak ziyan olacaklardı. Şimdi düşünüyorum
da büyüklerimiz bir pilav tanesinin bile tabakta kalmamasını öğütlelerken
bizlere, annemi yolundan alı koyma uğraşlarım ne kadar mantıklıydı? Bahçe yolu,
çamurlu dar patikalardan oluşuyordu. O zamanlar, yani ben hayli küçükken ve
şehir daha taşınmamışken oralara epey ıssız sokaklardan geçmek gerekiyordu. İnsanın
küçükken aklı pek ermiyor fakat biraz büyüyünce ve görünce hayatın çeşitli
şarlatanlıklarını ve zorbalıklarını anlıyor dar ve çamurlu patikaların neden bu
kadar tedirgin ettiğini. Özellikle kadınsanız ve eşiniz uzaklardaysa ve o
zamanların mahalleleri boş konuşmalara meraklıysa… Annemi o derin ıssızlıktaki patikalarda
düşününce, ahh göğsüm kararıyor…
İnsan karar
verince geçmişe dalmaya, hele bi hayli zorluysa hatırlamak; karmaşıksa yolculuk,
bir hayli çukurlu ve dolambaçlıysa bu yollar, soluklanma ihtiyacı duyuyor. Ben,
bu anlarda tedirginliklerimde duruyorum ve derin derin nefes alıyorum. Anlayış
bekliyorum sizden, anlayış… Soluklanmalarda bir müddet zaman tanınmasını
istiyorum.
Bahçe demişken çocukluk anılarımı
kurcaladığımda aklıma bir bahçe daha geliyor. Orayı tanımlamak için bahçe mi
demem gerekiyor yoksa tarla mı bilemiyorum fakat akıllarda canlananın daha
önemli olduğunu düşünüyor ve konuyu kısa kesiyorum. Evet evimizin arkasında
sonsuz bir bahçe vardı. Kışları su ile dolar geceleri kurbağalar çığırırdı.
Yağmur sesine kurbağa sesleri muhteşem bir uyumla eşlik ederdi ve ben bu
gecelerde bir bebek gibi mışıl mışıl uyurdum. Doğduğum şehri terk ettikten
sonra bir daha hiç bu sesleri duyamadım. Yazları ise bu bahçe küçük çocukların
top sahası, uçurtma alanı olurdu. Bazı günler sadece top oynar, bazı günler ise
tek amacımız güzel bir uçurtma yapmak olurdu. İlk uçurtmanın ipini tuttuğumda
uçacağımı sandım, göğü keşfetmenin bir yolunu bulmuştum ve herkesi bir kuş gibi
görebilecektim. Fakat daha sonra uçurtmaların insanları uçurtmaktan çok,
kaçmakta iyi olduklarını öğrendim. İpin ucunu kaçırınca el sallayan sevgililer
gibi gözden kayboluyorlardı. O sonsuz bahçede bölüm bölüm çalılar vardı. Bir
keresinde yapmak için günlerce uğraştığım uçurtmamın ipi elimden kaçtı. Nasıl
da nazlı nazlı süzülüyordu özgürken. Sanki vücudu varmış gibi kıvrılıyordu. Her
kayboluş gibi gitgide ufalıyordu. Ben ise yakalamak için yalın ayak koşmaya
başladım. Zaman aleyhime işliyordu. Ona ulaşmak için elimden geleni yapıyordum fakat
saniyeler aylar gibiydi birbirinden uzak iki aşık gibi aramıza daha da mesafe
girdi ve durup izlemenin daha değerli olduğunu düşündüm. Zamanla beraber
görüntüsü küçüldü
küçüldü ve
bir buğu haline geldiğinde durdu bu yok oluş. Sanki bu anı aklıma iyi kazımam
için bana zaman tanıyordu. Sonradan fark ettim uçurtmanın ipinin bahçedeki
çalılara takıldığını. Geçmişe bakınca anılarımın şu anımla ne kadar
benzerlikler taşıdığını görür ve şaşırırım. Şimdi görüyorum her gidişin bir
uçurtmanın kaçışına benzediğini. İstediğiniz kadar sınırlar tanıyın, rüzgâr
teni okşayan meltemler gibi süzülsün kanatlarından, bir özgürlük anı bekler her
uçurtma gibi insanlar. Geçmiş ve gelecek sanki birbirini taklit eden kardeşler
gibi. Bu benzerlik ise şaşkınlık verici.
Çocukluğumun yaz ayları uçurtmalarla ve
uçurtma başında okunan kitaplarla geçti. Bazı zamanlar kardeşim hiç ses
çıkarmadan gelir “Abi, abi uçurtmayı tutabilir miyim?” derdi. Tek kirletilmemiş
deniz kardeşimin gözlerindeydi. Sarı sarı saçları uçuşunca hep uzaklara
dalardım. Bu dünyaya ait olamayacak kadar güzel olduğunu düşünür, bir gün o
masmavi gözleriyle ait olduğu yere uçacağını hayal eder, korkardım. Bu nedenle
hiçbir zaman uçurtmanın ipini ona vermedim. O gökyüzüne aitti ve elimden
geldiğince kardeşimi gökten sakınıyordum. Her şeyi açıklıyoruz madem, madem
aklımızın hiçbir zerresinde sır kalmayacak, o zaman açıklamam gerekiyor
kardeşimin neden gökyüzüne ait olduğunu. Göğün maviliğini çaldım ben. Ne mi
yaptım o maviliği? Önce ikiye böldüm, sonra bölünen parçaları üst üste ekleyip
bir daha ikiye böldüm ve buna devam ettim gücüm yetene kadar. Elimdeki bir sürü
küçük parçayı önce büyük bir kazana attım, ardından bizim buraların suyundan
kattım ve ana karnındayken dinlediğim hikayelerden bir tutam yiğitlik alıp
serpiştirdim kazana. Mavi mavi baloncuklar çıkıyordu kazandan. Gören duyan
korkardı ama ben aldırmadım buna, hatta anamın rahminin kıyısında köşesinde
utangaçlık vardı, onu da kattım. Kepçem kandan ve ettendi, sertti, acıyla
titrerdi. Aldım elime bir güzel karıştırdım. Ve ben çıkmadan önce ana rahminden
günümüz dünyasına, boşluğa emanet ettim kazanımı ve kaynayan suyumu. Kardeşime
vermesi için de boşluğa iyice tembih ettim. Gözleri bu denli maviyse eğer ve
gözü bu denli kara, yanakları beyazın içinde bir fırça al ise bu nedenledir.
Gökyüzü görüp tanır, uçurtmanın ipi elindeyken ya onu maviliğine katarsa diye
de hiç uçurtmanın ipini tutmamıştır. Dediklerimi hoş cümleler kurmak için
demiyorum. Gerçekleri anlatıyorum. Bunun aramızda bir sır kalacağına inanıyorum
fakat bu sırrı kendinize yük etmenizi de istemiyorum, çünkü artık bir şey fark
etmiyor. Her neyse kardeşim diyordum…
Kardeşim sokağa çıkmak istemez, insanlardan
korkardı. Her dışarı çıktığında “Anne, beni rahat bırakmıyorlar” der, anneme
sarılırdı. Diğer yandan insanları anlayabiliyordum. Böyle güzellikte bir çocuğu
nasıl seveceklerini bilmiyorlar, çocuğu lime lime ediyorlardı. Ben ise ona göre
daha kara kuru çelimsiz bir çocuktum. Sokakta bizi yan yana gören komşular
bizim kardeş olduğumuza şaşırır, inanamazlardı. Her dışarı çıktığımızda bir
grup kadın onu çemberin içine alır, beni çemberin dışına atardı. Uzaktan
dakikalarca kardeşimin sevilmesini izlerdim. O ise çemberden kurtulup benim
arkama saklanırdı. Küçüklüğümüz benim onu saklamamla geçti.
Güzel çocuklara imrenerek bakarım. Hiçbir şey
yapmadan, herkes gibi doğuyorlar fakat en güzel renklerle ve en güzel uyumla.
Daha başlangıçta bu kadar şanslıyken geleceğin parlak kapılarının onları
sabırsızlıkla beklediklerini düşünüyoruz. Peki, öyle mi oluyor? Şanslı
doğanların gelecekleri de bir o kadar parlak mı oluyor? İleride neler olacağını
kim bilebilir ki ?
Geleceği kim
tahmin edebilir ?
“Kapılar
kapandı. Birisi mi düştü? Siren seslerinin tadı yağlanmış kapı kollarına
benziyordu. Karşımızdaki yaşlı kadın en çok beni severdi, kardeşimi ise bütün
mahalle. Annem çamaşır ipinde dayımın pantolonunu unutmuş toplasın onu çabuk
yanlış anlaşılacak, yoksa eve erkek mi attı? Bizim oralarda iki cinsiyet vardı. Travestiler
ve homoseksüeller yoktu belki de onlar bizim içimizde kaybolmuştu. Belki de iki
kadın gizli kapılar ardında sevişirdi. Komşu ziyaretleri belki de bu yasak
sevişmelere evrilmişti. Evlerde iki tuvalet bir banyo olurdu. Mutfaklarda ise
hep aynı ceset kokusu. Kapı çaldı, kapı çaldı, kapı çaldı….
Tamam,
yalvarıyorum dokunmayın bana söyleyeceeeeeemm. Tamam, yalvarıyorum ellemeyin
bana kardeşimin ayakkabılarını ben çaldım. Yaz geldi, erik ağaçlarında kandil
yeşerdi. Onları kamışla toplayan nenelerdi. Bu yıkanmış yolların her köşesinde
bir kum tepesi. Kum tepelerinin içi oyuk mu taşla mı dolu bilinmeli. Dilimi
silah gibi kullandım, bu nedenle silaha hiç ihtiyacım olmadı bu zamana kadar.
Peki, bu silahın elimde işi ne… Fahişeler benden kaçar, tonla becerdim
onlardan. Hepsi masumu oynar, sanki hepsinin göğsünde billurlar var. Elimde
silah da var para da…. Bir çocuk öldü, çocuk diye masum mu oldu? Gözlerinden
yaş diye petrol akar, Hitler’e emirleri bu çocuk verdi. Bir çocuk öldü, çocuk
diye suçlu mu oldum? En son papayı öldüren kiralık katildi. O suçlu çünkü bütün
dinleri birleştirdi. Sübyancıydı. Buna rağmen hep yetişkinlere tecavüz etti.
Öldürdüm onu, bir çocuk öldü, çocuk diye masum mu oldu…”
Aklım
buğulu, gözlerimin arkasında su buharları, bir bilen yok mu bu yolun sonunu….
Evet,
kardeşim diyordum. Buğday tarlasına atsaydınız, ancak gözlerini açarsa
bulurdunuz.
Yorumlar
Yorum Gönder