Bir gün çok param olacak ve yaşanılan hayatların nasıl türlü türlü ve sevilesi olduğunu göreceğim. Hayat böyle dalgınlıkla değil de fark edilecek kadar ilginç olduğunu yazacağım çocuklarıma, beş parasız olunca hayatın nasıl da buğulu gözler arkasında kaldığını anlatacağım ve yazılarımı çocuklarıma miras bırakacağım. Bir sabah metrosuna binince saçından ayak tırnağına kadar çarşaflı bir kadının ona temas etmiyim diye nasıl da kendisiyle cebbeleştiğini, aramıza çanta koymak kadar çirkinleştiğini ve benim onca şeyi 300 lira gibi bir para kazanmak için yaptığımı bilecekler ve “ yokluk romantize edilemeyecek kadar dikenli ve meşakatlidir” diye, anlatacaklar.
Onca zaman üç kuruş para için ankaranın bir ucuna zamanla yarışarak gittim ve insanları gördüm, sabırsız insanları. Arabasını park edilmeyecek yere çeken insanların nasıl da yüzsüz ve arsız olduklarını gördüm ve bu insanlara sitem etmenin bir zaman kaybı tanımı olduğunu bildim. Bir kaçıştır bu benimkisi, bir araç bulma arayışıdır diye avuttum kendimi, hayatın tadılmamış tadları olduğunu nereden bilebilirdim?. Onca mücadele, onca kaygı ve uyunulmayan geceler sadece bir araç bulma arayışından kaynaklıydı. Yaşamak için, fakat böyle yoksul değil, saymadan son liraları ve ay sonu gözünde karlı dağlar gibi büyümeden yaşamak için,bir şey tutmam lazımdı elimde şöyle parıl parıl parıldayan avizeler misali.Üstü küflenmiş salçalar gibi hayatlar, hep tazeler ve doğallar ve zamanla üstlerini küf kaplar. Bu insanların mücadelesi de işte benimki gibi sıradan ve kasvetli, onların da tek amacı üstlerini zeytinyağıyla bulamak ve küf tutmamak. Damağınızın en kuru hali gibi bir sıcak ve bilmediğiniz bir köşede otobüs duraklari ve anayollar … Bilinmeyen bir yolun arası, ne sonu ne de başı tarifsiz bir yolun ortası.Fakat, buralara ilk defa ayak basan insanlar hiç düşünülmemiş, bir yerlere yazmamışlar burası neyin nesi, ilk ne zaman keşfedildi ya da hangi padişah hangi kulunun kellesini kopardı bu topraklarda, diye anlatılmamış. Buralar otoyol olmadan önce hangi ağaçların bittiği hiç yazılmamış bir yerlere. Bu kadar umursamaz oldukça işte, buralara gelmek zorunluluktan ibaret olmuş ya da ne biliyim lüks plazalarla insanların gözlerinin boyanmasına ihtiyaç duyulmuş. Ne güzel evlerdi gördüklerim, ne güzel bahçeler ve kıçımın layık olmadığı yumuşacık koltuklar…
İlk defa gördüğünüz hayatlarmış, eşyalarmış, ya da ilk duyduğunuz anılarmış, acıklı türkülermiş size yeni yeni umutlar doğuruyor, “böyle de yaşanabiliyormuş” dediğimiz farkındalıklar kazandırıyor. İşte ben de böyle bir günde, cehennem gibi kavruk yolların dallandığı yerlerden birinde, kubbesi göğe dayanan bir binanın içinde ilk defa gördüm böyle refah bir ortamı ve nefes almanın sadece içimi karartan bir eylem olmadığını, nefes alışların yaşamak için ve nefes vermelerin doğacak yeni umutlar için gerekli olduğunu fark ettim. Hayat dediğimiz şey üzerine o kadar tanımlı cümleler kurulmuştur ki hepsini toplayıp bir kesenin içinde toplamaya çalışsak herhalde, bu kesenin ham maddesi dünyadaki en değersiz şey olurdu, çünkü biliyoruz ki dünyamızda en yoğun bulunan maddeler en değersizleridir yani anlayacağınız bizim kesemiz en büyük keselerdendir. Affınıza sığınarak benim de bu kesede bir tuzum olsun istiyorum ve ben de şu yaşadığım korkunç hayat için birkaç cümle söylemek istiyorum. “ Hayat, sadece kaygı ve ıstıraptan ibaret ve dökülen saç tellerinizi sayacağınız bir zaman parçasından ibaret değilmiş”. Hayat sadece yaşadıklarınıza dönüp dönüp bakarak ve iç geçirerek pişmanlıkla ve hasretle anacağınız, artık kötü bir şey olmasın diye tetikte bekleyeceğiniz bir olgu değilmiş. Biz önceleri hep böyle anlayan kasvetli vce melankolik ortamlarda büyümüş çocuklar bir kavram yanılgısı içine düşmüşüz ve bu yaşadığımız hayatı “yaşayabilelim” diye romantikleştirmişiz. Sıcak bir ankara gününde o çok ferah ve havası bile başka olan bir evin içinden utana sıkıla çıkan ben, gelmek bilmeyen otobüsünü bekleyen bir durakta düşündüm bunları. Hayatın aslında binbir tanımı olduğunu ve biz bu tanımları kendi yaşadıklarımızla sınırlandırdığımızı, bilmeden ve istemeden hayata sözel olarak da olsa haksızlık ettiğimizi düşündüm. Sonra bana baktım, universite mezunu olmak için ne kadar uğraştığıma, sık sık çektiğim göbeğime; aynaya bakamadığıma ve yataktan kalkamadığıma baktım; duymak istedim neden bu kadar zorluk çektiğimi gözlerimi açarken, isini tozunu sildiğim bir gözlük çerçevesinin ardından duymak istedim. Nedir bu yorgunluk vesilesi, kaç yaşanmışlığın zaman tortusuymuş bu yorgunluk duymak istedim. Bil bunları diye söylüyorum bil bunları da dalgınlıkla boğuşmanı yen ve fark et.
En kolayı da karşıyı suçlamaktır bu hesaplaşmalarda fakat ben bu kadar basit düşünen bir insan olmamakla beraber çoğu zaman suçun kendinde olduğuna inanmış serpilmemiş bir çocuk olduğumdan karşımı yani benle hasım olanı affedecem ve burada kendimi yargılayacağım her zamanki gibi. Göremedim diyeceğim olan biteni, dalgınlıkla boğuşuyordum ve suçladığım hayat aslında kapanmamış yaralar bütününden ziyade asma ağaçlarının arasında salınan bir salıncağı andırıyormuş diyeceğim. Sesleneceğim geleceğime, sana ulaşmak için çok şey fark ettim diyecem. Çok kayboldum ve şaşırmadım bu duruma çünkü bu kayboluşların hepsi bir insanda toplamış anladım, çaresiz alıştım artık ve sorgulamadım. Bu süregelen yaşantılar en çok da bağımlıyken zorluyor sizi. Bir kadına, alkole, sigaraya, annenize ve babanıza en çok da hayallerinize bağlıysanız, ayaklarınıza soyut düşmanlarınız sanki beton döküyormuş gibi oluyor. Yaşamak böyle zor ve uğraştırıcı geliyor. Küçüklüğümden beri gördüğüm, aklımın bir köşesinde görülmemiş yönlerini tamamladığım insanların sonlarını gördükçe bağımlılığın ne kadar kötü ve dayanılmaz olduğunu anladım. Bu nedenle hiç sigaraya başlamadım, çünkü ne sigara alacak param vardı ne de kendi hayatımı daha da zorlaştıracak kadar acımasız olamadım kendime. Abimi gördüm, yakın dostlarımı ve ince parmaklarıyla tütün sarmaya çalışan kadınları… zamanla nasıl da gözlerindeki ışıltıyı sigara paketlerinde ya da tütünlerde aradıklarını gördüm. Gencecik suratlar sararıyor, göz altları kararıyor, dişlerlerde taşlar oluşuyor ve daha mutlu olmak için sürekli ve sürekli aranıyor bir sigaranın dumanı. Yaşayacaksam diyorum böyle sefil gibi, bari görünüşüm fiyakalı olsun diyorum, bilinmesin beş parasız olduğum ve avutmıyayım kendimi böyle ucuz ve romantik maddelerle. Bu benim için bir seçim değildi,bir zorunluluktu, zevk veren ve avutan ucuz maddelere bağlanamazdım çünkü bir çokm şeye doğuştan bağlıydım. Belki öldürmedi bu bağlılıklar beni, ama bir tat da vermedi, huzurlu bir soluk aldırmadı. Ben yeryüzüne bir tohumla düşmüş aciz ve parçalanılabilen bir kulum. Önceleri bu acizliğimi bilmiyordum ve bir tanrı gibi bana yapılabilecek bir şey olduğunu düşünmüyordum. Sıcak sobalara dokundum, kaynamış sulardan içtim, en kötüsü hala, dışarısı kar kıyamet olsa bile sabahları duş almadan çıkmam sokağa. Böyle buyurgance ve savrukça yaşarken hayatı, öğrendim bir et bütününden oluştuğumu. Bir parçası olduğumuz doğanın bile acıması olmazken bize, yaşarken eğilmeden bükülmeden çıkmadan yokuşları varmak istiyordum son noktaya, meşe ağacından yapılma yuvama varmak istiyordum. Orası ne soğuk ne de sıcak, toprakla yalıtımlı. Sadece biraz karanlık, fakat gözlerimi açmazsam bir zararı olur mu ki bu karanlığın?
Mikser kamyonlarının çıkardığı ses, ve darbeli matkaplar susmuyorlardı. Ankara gibi bir yerin hep gri kalmasını sağlamak için insanlar çok çalışmak zorundaydı, çimentolar mikserlerde karışmalıydı, duvarlar balyozlarla yıkılıp yerine yenisi yapılmalıydı. Bunu gören doğa da bizimle bir uyum yakalamalıydı. Ara sıra beyaz parçacıklar serpiştirmesi gerekirken, zaman zaman da kavurmalıydı. Gök ve yeryüzü büyük bir istikrarla uyum yakalarken, biz insanlar olarak arada bir savsaklık yapabiliyorduk. Susabiliyordu beton mikserlerinin döngüsü, matkapların uçları zaman zaman değmiyordu duvalarlara ve biz böyle zamanlarda uyumak için daha bi iştahlı oluyorduk. Duyuyordum ve okuyordum ölümün sonsuz bir dinginlik safhası olduğunu, ama bu durum bana hiç merak uyandırıcı gelmiyordu çünkü fark edememiştim sessizlik nasıl bir an.
Kulağımda hep hüzünlü ve dingin bir sesin çaldığını tahmin ediyorum, ara ara duyuyorum bu sesi, dışardaki sesler azaldığında ve duyulmadığında, kadınlarımın çığlıkları azaldığında derinlerden geliyor. Tahmin ediyorum, diyorum çünkü hiç bulunmadım sonsuz bir durgunluk safhasında ve belki de ölene kadar bilemeyeceğim bu şarkının sonunu.
Yorumlar
Yorum Gönder